1957 yılının Ankara’sı, sonbaharın serin ve nemli günlerini yaşıyordu. Şehrin tarihi merkezinde, dar taş sokakların kıvrıldığı Taşhan’da, sabahın erken saatlerinde hareket başlamıştı bile.
Esnaf kepenklerini yavaş yavaş açarken, yüzlerinde yorgun ama mecburi bir umut vardı. Orta yaşlı bir bakkal olan Salih Usta, dükkanının önünde sigarasından derin bir nefes çekiyordu.
“Hayat dediğin ne ki?” diye mırıldandı. “Şehir büyüyor, dünya değişiyor, biz hâlâ aynı yerde sayıyoruz.”
Yanına gelen küçük çırağı Cemal, tereddütle baktı Salih Usta’ya.
“Usta, neden böyle söylüyorsun?” Salih, yüzünü Cemal’e çevirdi, gözlerindeki yorgunluğu saklamadan:
“Biliyorum oğlum, sana fazla geliyor ama bizim gibi küçüklerin hikâyesi hep suskunlukta gizli. Yarın ne getirecek, kim bilebilir ki?”
Taşhan’ın dar sokaklarından yükselen sesler, şehrin karmaşasını yansıtıyordu. Yine de insanlar birbirine mesafeliydi; ne selam verilir, ne de dertler paylaşılırdı kolay kolay.
Kütüphanede çalışan genç Muzaffer, sabah erkenden yerini almıştı. Kitapların sessizliği, hayatın karmaşasından ona bir sığınak sunuyordu. Ama içindeki huzursuzluk, her gün biraz daha artıyordu.
Üniversite hocalarından, akademisyenlerden oluşan gruplar kahvehanelerde siyaset tartışırken, gençlerin çoğu umutsuzluğa teslim olmuştu.
Muzaffer’in en yakın arkadaşı Hasan ise tam bir idealistti. Devrimden, eşitlikten, yeni bir Türkiye’den söz eder, bir gün her şeyin değişeceğine inanırdı.
“Bizim çocukluklarımız farklı,” dedi Muzaffer, bir gün Hasan’a.
“Sen hayallerin peşindesin, ben sadece hayatta kalmaya çalışıyorum.”
Hasan gülümseyerek cevap verdi:
“O yüzden seninle dostuz, Muzaffer. Çünkü gerçekleri gören sensin.” Taşhan’da hayatın küçük anları vardı; çocukların koşturduğu, komşuların kapı önünde sohbet ettiği, ama yüzlerde hep bir çizgi, bir gölge.
Muzaffer’in evinde televizyon yoktu; radyo bile nadiren dinlenirdi. Haberler ise uzak bir dünya gibiydi. Ama herkes biliyordu ki Ankara’da değişim rüzgarları esiyor; herkes kendi çaresizliğiyle başbaşaydı.
Bir gece, Muzaffer kütüphanede kalakaldı. Eski Ankara sokakları kadar sessizdi içerisi. Kitapların sayfalarını çevirdikçe, satırlar arasında kayboldu. “İnsanın kendisiyle savaşması en zorudur,” diye düşündü.
O gün Taşhan’da sessizce akan hayat, aslında büyük bir değişimin habercisiydi. İnsanların içindeki fısıltılar, şehirde yankılanmaya başlamıştı.
Bu yazı 14 defa okunmuştur.